20 Ağustos 2014

Bedri Baykam'ın 11 Sansüre uğramış tespiti ve CHP'nin gerçeklerle yüzleşme seansları

Temel düsturumuz "gerçekler mutlak olandır" şeklindedir. Hayatımızda en zor ulaştığımız ve en fazla manipüle ettiğimiz şey gerçeklerdir. Yoksa çözülmeyecek, anlaşılmayacak hiç bir şey yoktur.

Her seçim öncesi ve sürecinde muhalefet partilerinin gerçeklerden uzak uğraşları, seçim sonraları hesaplaşmalarda gerçeklerle yüzleşme seanslarına dönüşüyor. Tabii ki bu süreçte de koltuktaki yöneticiler güçleri yettikçe bunu da engellemeye, manipüle etmeye çalışıyorlar. Ancak zamanla yenilgiler artıkça oluşan bezginlikler, hayal kırıklıkları insanların bariz yalanlara inanma güçlerini kırıyor.

Şu an CHP'de bu yaşanmakta. MHP bu süreci engelliyor gözükse de, CHP'de gerçeklerle yüzleşeme seansları epey hareketli geçecek.

Şu an yönetime karşı çıkan kesimlerin dile getirdiği gerçekleri, seçim öncesi söyleyenler, ya CHP'ye ihanetle, ya Akepeli olmakla, ya koyun olmakla suçlandılar, dışlandılar ve ağır hakaretlere maruz kaldılar.

Açıkça basiretsizlik, körlük, yeteneksizlik, başarısızlık her ne derseniz deyin, gerçekleri böyle pas geçen bir düşünceye teslim olmak, baştan kayıp etmenin ön kabulüdür. Allahtan millet basiretli ve gerçeklerin farkında da ülkeyi böyle bir yapının yönetimine bırakmıyor.

Bize göre dünyanın en tehlikeli kesimi kendi yalanlarına inananlar ve bu yalanları karşılarında olanlara dikta edenlerdir. Bu, yanlışa dogmatik bir inanıştır.

Bu mantıkla Erdoğan güçlü olmasın, eli kuvvetlenmesin mantığında olanlar hala bu yüzleşme sürecinde yaşananlara kör ve sağırlar.

Yılmaz dedikleri yıldı, olmaz dedikleri oldu! Kendi has adamları bir bir sansüre uğrayıp, kovuluyorlar, sırf gerçekleri dile getirmeye başladıklarından. Ama bilinmelidir ki, bu yüzleşme olmadan, bu kervan düzelmez ve iktidar yolculuğuna çıkamaz.

Bakın Emine Ülker Tarhan'A, Muharrem İnce'ye, Bedri Baykam'a. Her ne kadar dört dörtlük olmasalar da, her şeyi yeri ve zamanında uygulamasalar da, satır aralarında, manşetlik cümleler ile gerçekleri bir bir söylüyorlar. Dikkatler farklı alanlara çekilse de, amacı gerçeğe ulaşmak olanlar bu cümlelere iyi bakar.

Bedri Baykam'ın 12 Ağustos 2014 tarihinde Cumhuriyet gazetesindeki "Kılıçtaroğlu'nunİflası" isimli yazısında, "Lafı uzatmayalım. Erdoğan’ın 51.8 çoğunluk ile Çankaya’ya çıkmasının ana sorumlusu, aday belirleme sürecinde akla ziyan kararlar alan Kemal Kılıçdaroğlu’dur. CHP Başkanı ve onun bu mantık dışı “Ekmeleddin” çıkışına kerhen bile olsa onay veren milletvekilleri, altın bir tepside koltuğu Erdoğan’a hediye etmişlerdir. Bahçeli ve MHP Kılıçdaroğlu’nun suç ortaklarıdır, ama esas vebal CHP Genel Başkanı’nın omuzlarındadır." diyor.

Cumhuriyet Gazetesi'nde CHP sansürü!

Yine aynı yazar 19.08.2014 tarihindeki "Başkanlığı bırakmanız için 11 gerekçe Sn.Kılıçdaroğlu" isimli yazısı sansüre uğrayıp, yayınlanmıyor. Ve öğreniyoruz ki Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası bu ve benzeri gerekçeler ile epey bir gazeteci kovulmuş ve bu gibi konular da doğrudan Erdoğan’ı hedef alanlar, konu kendi yandaşları olunca susmuşlar!

İşte sansürlenen o yazı;

19 Ağustos 2014

Ha Damacana! Ha Dondurma!

Gene saçma sapan bir konu gündemi kapladı. Belli bir kesimin belli şeyleri abartıp, dünyanın en mühim konusu imiş gibi vermesi bir hastalık olmalı.

Günlerce İsrail'in Gazze'de bebekleri öldürmesine tek satır yazamayanlar, Ülkedeki herkesin dinlendiğini es geçenler, Almanya'da, ABD'de, İngiltere'deki sokak eylemlerine kör kalanlar şimdide dondurma peşine düştüler. Üşenmediler dondurmanın hakkını savunmaya geçtiler.

Bu kişilerin dikkatini çeken,  saldırgan ve önyargılı kaleme sarıldıkları konuların kahramanları nedense muhafazakâr kesimden çıkıyor. Bir tesadüf olamayacak kadar bariz olan bu konuda, Allah'ın onları ıslah etmesini dilemekten başka bir şey gelmiyor elimizden.

Reklamların temel silahlarından biri cinselliktir. Bırakın reklamları sadece belli başlı gazetelerin internet sitelerine bakın çıplak kadın resimlerinden haberlere ulaşmanız nerede ise imkânsızdır. Öyle ki çoğu zaman bu sayfaları açmaktan hicap duyacak, ya da biri görürse yanlış anlar korkusuna kapılmaktayız. İnanmazsanız aklınıza gelen ilk 3/4 büyük gazetenin internet sayfalarını tıklayın bir.

Ya da bayan şarkıcılara bakın. Ya da meşhur ve ne iş yaptığı anlaşılmayan magazin dünyasının yıldızlarına. Nedense çektikleri video kliplerde, verdikleri bütün pozlarda popoları hep ön planda ve hep gündemin en başında. Çıplaklık ve cinsellik o kadar yoğun bir şekilde kullanılmış ki yeni yapılan çalışmalar da artık saçmalama ve çizgiyi aşma noktasına varmışlar. İnşaat malzemeleri ile bile sevişen şarkıcılar müzik yaptıklarını sanmaya başlamışlar.

Öyle ki artık endüstriyel bir sömürü halini alan bu konuda eski yıldızlardan Sinead O'Connor, Amy Winehouse gibi büyüleyici bir yeteneği bile olmayan 20 yaşındaki Mliley Cyrus'un kaba ve kuralsız bir şekilde cinsel obje olarak sunulmasına tepki olarak ve onun korunmasına yönelik yazdığı açık sözlü mektubunda şu açıklamayı yapma ihtiyacını duymuştu(tabii bu açıklamayı dondurma severler pas geçmişti!);

"Bu endüstrinin seni fahişe yapmasına izin verme"

15 Ağustos 2014

Adam yapan Adam gitti

O bir Efsane idi. Bir benzeri olmayan bir insandı. Yokluktan varlığa, müzmin kayıp edenden sürekli kazanana çevirdiği Beşiktaş ile özdeşleşmiş büyük başkandı O.

Kimden dinlerseniz dinleyin Onun hakkında tek olumsuz bir söz duyamazsınız. Belki başkan olarak biraz tutumlu denirse ki, o da aslında iyi bir meziyettir. Hele ki günümüzün savurgan ve beceriksiz örneklerini gördükçe!

Ne bir zengin tayfaya, ne devletin arkasına ne de taraftarın sırtına binmeden bir Kulübü mülk zengini, kupa zengini yaptı. Her yönü ile tüm ülkeye örnek gösterilen ve gıpta ile bakılan bir Kulübe sahip oldu.

Fazla harcamadan, borca batmadan, kaynakları satmadan oluşturduğu takım ile hayale gelmeyecek başarılara ulaştı. Üstelik hakkı ile ve hiç kimsenin hakkını yemeden.

Onu fazla para vermediği oyuncu da sevdi, transferler ile coşturamadığı taraftar da sevdi; Onu kesin üstünlük kurduğu rakibi de sevdi, o takımların kupalara hasret bıraktığı taraftarları da sevdi.

O futbolculara ve taraftarlara adam olmayı öğretti. Ne zaman ki futbol sanayileşti, profesyonelleşti futbolda, adam olmakta bir o kadar zorlaştı. Tam da o dönemde ayrıldı çok sevdiği Beşiktaş'tan ani gözüken bir veda ile. Her şey ham kaldı, her şey çiğ kaldı bir daha olgunlaşamadı toy toy delikalılılar bu vahşi arenada. Ne tadı kaldı ne tuzu, peşinden koşulan topun, eskisi gibi.

Ezgi Başaramadın! Yeni Türkiye'de Asıl Seba gibilere ihtiyaç var

Bugünkü Radikal gazetesinde Ezgi Başaran "Yeni Türkiye'de Seba gibilere yer yok" isimli bir yazı kaleme almış. Başlığı ve girişi okuyunca Efsane başkan Süleyman Seba'ya bir veda yazısı gibi görünüyor. Ama içeriğini okuyunca aslında bir fırsat yazısı olduğu anlaşılıyor.

Her şeyi ile örnek olmuş ve ilkelerini yaşamının tüm anlarında uygulanır kılmış değerli bir insanın vefatını, bir parti, bir karşı görüş eleştirisine bahane kılmak, olmamış. Ezgi hanım başaramamışsınız. Kabak gibi niyetiniz sırıtmış.

Halbuki yazınızın girişinde sayın Seba'nın ne kadar zarif, beyefendi ve ince düşünceli olduğundan bahsetmişsiniz. En azından bu yazıda içinizdeki düşmanlığı, nefreti dizginleyip sade ve bu büyük isme özel bir yazı kaleme alabilirdiniz.

Siz sadece üstün körü bir değerlendirme ile Seba'nın bu gününü, kendi saldırgan ve propaganda amaçlı görüşlerinizi yaymak adına fırsata çevirmişsiniz. Gerçekten Seba'yı tanımış olsaydınız onun fırsatçılığı hiç sevmediğini bilirdiniz. Her şeyi yeri ve zamanında yapardı O. Rakibi üzülmesin diye kutlamaları dizginleyen, erteleyen bir beyefendi idi O. Ne yazı ki sizde böyle bir düşüncenin zerresi bile yokmuş.

Tamam yeni nesil diyeceğiz, toydur diyeceğiz ama! Yazdıklarınızın, analizinizin gerçek ve kabul edilir bir yanı da yok ki. Amaç sadece eleştirmek ve fırsatçılık olduğundan vardığınız nokta ile okuyana verdiğiniz mesaj gerçeklerden çok uzakta.

O nedenle diyoruz ki böyle bir zamanda bile içinizi kaplayan nefret duygularına yenik düşerek, bir taziye yazısını bile hakkı ile kaleme alamamışsınız. Tabi bunu da bilmiyorsunuz ki Seba hakka çok önem verirdi. Bir işi yapıyorsa hakkı ile yapardı. Başkasının hakkına geçmeden. (Şerefli ikincilikler ana başlığı altında bulabilirsiniz.)

Sizin tam tersinize diyoruz ki asıl bu zamanda Seba gibilerine acilen ihtiyaç var. Eski Türkiye’nin tükettiği ve şimdi mumla arasak bulamayacağımız böyle insanlar yükselen yeni Türkiye'de havadan ve sudan daha elzem ihtiyaçlardır.

Hatırlatırız ki Seba'nın çok sevdiği Beşiktaş'tan ve futboldan kendi dünyasında çekilmesi Eski Türkiye'nin tepe noktasında olmuştur. O dünyada ona yer olmadığından hiç bir şekilde bulunmamıştır bir daha gittiğin andan sonra hayatımızda.

13 Ağustos 2014

Abdullah Gül'ün En Büyük Hatası

Ağustos 2014 Türk siyasi tarihi ve Türkiye Cumhuriyet'inin geleceği açısından çok önemli gelişmelerin olacağı bir zaman dilimi. İlk kez bir Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilirken, iktidar partisi liderinin boşluğu için ilk kez bu partide ciddi bir liderlik mücadelesi yarışı yaşanacak. Yine bu ay içerisinde Cumhurbaşkanlığı seçimi hezimetine bağlı olarak iki muhalefet partisinde çok ciddi iç hesaplaşmalar olacak.

Tüm bu siyasi koşuşturma içerisinde bize göre en belirgin ve en etkili olacak konuların başında, şu an ki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün kararları ve bunların sonuçları olacaktır.

Görev süresi sonunda ne yapacağı aylar öncesinden tartışma konusu olan Sayın Gül'ün durumu bu ay içerisinde en can alıcı soru haline gelmiştir. Bu sorunun cevabı ve etkileri hem iktidar partisini hem de Ülkenin geleceğini derinden etkileyecektir.

Geçmişin verileri incelendiğinde Ak Parti ile Gül arasında mesafe olduğu, derinlerde soğuk rüzgârların estiği anlaşılmaktadır. Birikmiş tepkileri, hayal kırıklıkları ve artık belirginleşen yol ayrımları iki kesim arasındaki bağları iyice germiştir. Tabii ki siyasette her zaman bir yol, bir çare bulunmakla beraber, hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı da geçmişin tecrübeleri ile aşikârdır.

Yeni Türkiye söylemi ile beraber yeni oluşumlar, yeni tercihler muhakkak ki olacaktır. Bunun diğer partilerde, diğer kurumlarda yarattığı değişimler gibi iktidar partisinde de köklü değişimler yapması kaçınılmazdır.

Bizim uzaktan bir gözlemci olarak tespit edebildiğimizi ve bu ayrılığın bu kadar derinde ve ciddi bir biçimde olmasında ki en önemli neden geçen yıl "Gezi Olaylarında" ki Gül'ün davranışlarında saklıdır.

Demokrasilerde Sandık Her şey midir?

Bizce siyasi hayatından çok önemli bir yer tutacak ve ileriki yıllarda bu sözü ile ciddi değerlendirmelere tabi tutulacak olan ; "Ama demokrasi demek sadece seçim demek değildir." açıklaması olmuştur. Bu konuda açıklayıcı ayrıntılı bir değerlendirme yapmasa da, bu açıklamadan dolayı çok önemli eleştirilere maruz kalmıştır. Aynı konuda Erdoğan şu yanıtı vermiştir; "Sandığın olmadığı bir demokratik sistem söz konusu değildir."

Goodbye Robin Williams

Güzel bir güne başlamak için avazı çıktığı kadar "Günaydııııın" diye bağırıyordu, savaşın tam ortasında, ölümün kıyısında,çaresizliğin en tepe noktasında. Asık suratlar en büyük düşmanı idi. Şimdi O da yok artık.

Robin Williams'ın bir kelebek olup göçtüğü düştü basın bültenlerine. Üzüldük.....

O'nu ilk Günaydın Vietnam filimi ile tanımıştık. Sonrasında pek çok etkileyici ve başarılı filmlere imza attı. Çok çalışkan ve verimli bir oyuncuydu. Öyle ki bir yıla 4-5 film sığdırıyordu.

Bizi etkileyen,her seferinde bıkmadan ve aynı duygu yoğunluğu ile izlediğimiz üç filmi vardı. Günaydın Vietnam, Can Dostum ve Patch Adams'tı. Kim ne düşünür, hangi boyutu ile değerlendirir bilmiyorum ama bize göre bu üç film ortak noktası ciddiyete, can sıkıntısına karşı bir mücadele idi. Ciddiyetin sıkıcılığı ve insanlığı yok edişi anlatılıyordu. Hani bir söz vardır "Merak kediyi öldürür" şeklinde, bunu "Ciddiyet insanlığı öldürür" olarak uyarlarsak bu filmlerin ortak sloganını bulmuş oluruz.

İnsan duyguları ile var olan ve etkileşim yaratan bir varlıktır. İnsanlar büyüdükçe, sosyal statü sahibi oldukça ciddileşmeye ve etrafını ruhsuz, duygusuz taş duvarlar ile çevirir. Bu insani olan davranışların kayıp olmasına ve acımasız bir katılığın hakim olgu halini almasına neden olur.

Onun bu filmleri işte bu can alıcı, sıkıcı, boğucu ciddiyete, katılığa karşı bir savaştı. İnsanı insani duyguları ile buluşturup gerçek bir dünya yaratıyordu. Filmlerinde ki en ciddi savaş bu alanda oluyordu. Ciddiyetle ve onun katı kuralları ile kapışıyordu. Güç onlarda olduğundan ilk roundları kayıp etse de; İnsanlığın samimiyet ateşi ile bu buzdan kaleleri eritip galip geliyordu. Ama ne gariptir ki bu mücadeleler sonunda galip gelse de yorgunluğa yenik düşüp, hüzünle dolu bir sona gidiyordu. Tıp ki hayat gibi. Hissedilen, gerçek duygular tüm tonları ile var oluyordu dünyamızda.

8 Ağustos 2014

Beni Nereye Götürüyorsun!

Cevapsız soruların egemenliğinde yaşıyoruz. Her şeyin bir şeye tutsak kılındığı, sorulmadan yanıtların hazır olduğu bir dünyadayız.  Önyargılı engellerin, ön kabullü çözümlerin yapıldığı bir hayat. Sorgulama, araştırma, nedenlerin, niyelerin olmadığı bir yaşam ile kuşatılmışız.

Yazıda kullandığımız bu resimden yola çıkarak bu satırları kaleme aldık. Bir tanıtımda kullanılan bu resim hayallerimizin düğünü, kişisi, tatili ve daha nicelerine götüreceğini ilan ediyor. Bizler bu hayalin peşine katılıp, olmayacak bir sona doğru çıkmaza gidiyoruz. Çölde tuz yalayan susuz birinin göreceği serapları, içimiz yanarak görüyoruz.

Bize bu tuzu yalatan tanıtımlar, ön kabuller ve çevremizi sarmalayan sosyal dünya. Susuzluğumuz hiç bir zaman karşılanamayacak tatminsizliklerimiz.

Kocaman hayal kırıklıklarına mahkum ediliyoruz

Hayatlarımız olmayacak kurgulanmış hayaller uğruna heba olup gidiyor. Hiç bir şey hayallerimizdeki gibi gerçekleşmediğinden mutsuzluk sarmallarında kıvranıyoruz. İş hayatımız, aşk hayatımız bu girdapta dönüp duruyor.

Evliliklerimiz bu tuzak üzerine kurulu olduğundan 3 gün 5 gün içinde gerçek ile karşılaşınca, parlak ışıklar, yanılgılar sönünce krizler ile, çırpınışlar ile bitiyor. Gerçek karşısında gözleri kamaşan, eli ayağına dolaşanlar birbirlerini tırmalayarak sağa sola kaçışıyorlar. Her şey bir anda yalan oluyor. Kimse dönüpte bu muydu aşk, bu muydu sevda. Hani deli dolu aşıklar, nerede bir biri için yaratıldığına inananlar diyemiyor.

İş hayatında şık giyimli, kibar konuşan, mis kokulu ofisler yerini, gerçeğin kokuşmuş, çirkef, dedikodulu dünyasına bırakıyor. Elinde kahve fincanı ile her şeyin hallolduğu nezih ortamları, ruhların boğulduğu eli kanlı vahşilerin olduğu dayanılmaz mekânları oluyor.

7 Ağustos 2014

Beşiktaş'ı Kim Sevmez ki!

Dün akşam futbol severler için harika bir akşamdı. Beşiktaş şampiyonlar ligi ön eleme maçında geçmişi başarılar ile dolu, futbolda ekol bir ülkenin takımı Feyenoord'u net bir skor ile yenerek bir üst tura çıktı. Uzun yıllar sonra katıldığı Avrupa kupalarında belki de en rahat, en stressiz maçlarını çıkardı. İki maçı da kazanma başarısı gösteren Beşiktaş, sezona harika bir başlangıç yapmış oldu.

Kuralar çekilip rakip belli olduğunda sahip olunan endişeler ve turu geçme konusundaki umut böyle rahat bir eleme maçları olacağını göstermiyordu. Rahat gibi gözükse de temelinde başarılı bir takım oyunu, güzel planlanmış bir sistem ile sahada ortaya konulan üst düzey mücadele bu sonucu doğurdu. Tabii ki öncelikle ve içtenlikle teknik kadroyu, oyuncuları tebrik etmek gerekiyor.

Maçlara bakıldığında takımda ilk göze çarpan takımdaşlık duygusu, amatörce bir ruh ve keyif alınarak yapılan bir eğlence göze çarpıyor. Günümüzün gergin, keyifsiz, sahici olmayan gösretişe dayalı, yüksek egolu takımların varlığı karşısında, Beşiktaş'ın bu havası futbolu keyif içinde izlenir kılıyor. Ve bu oyuna karşı eskide kalan güzel duyguları canlandırıyor. Öyle ki sahada futbolcuların içten ve çocukça sevinçleri, ekran başında bizleri de etkileyip hoplayıp, zıplayıp koca adamların çılgınca maça dahil olmalarını sağlıyor. Bu oyun keyif vermeye başlıyor.

Bu havanın, bu duyguların sezon genelinde sürmesini canı gönülden diliyoruz. Umarız ki sezon ilerledikçe endüstriyel futbolun vahşi dünyası, Beşiktaş’ın bu havasını boğmaz, sakat bırakmaz. Bu oyun ne kadar keyif verirse o kadar izlenir olur. Seyirci ruhu ile bu oyuna katıldığında oyunun bir parçası olur. Onun için bu oyunun güzelliğini, güzellik katanlarını korumalıyız. Rekabeti eğlenceli ve sürükleyici bir hale getirmeliyiz.

Beşiktaş'ın bu keyifli hali, kendisine sempati duyanları artırırken, antipatik bulanları azaltmaktadır. Başa oynayan takımlar içinde belki de rakiplerince sempati duyulan tek takım Beşiktaş'tır. Bu sempatinin dışa vurumları çeşitli biçimlerde görünmektedir. Buna en son ve en güzel örnek dünkü maç sonrası Arda Turan'ın açıklamaları oldu.

Kendisi de hayattan keyif almaya odaklanmış ve bu özelliği ile çevresine güzel duygular yayan Arda dün şu güzel sözleri çekinmeden söylemiş: "Beşiktaş’ı çok seviyorum. Tur atladıkları için çok mutlu oldum. Futbolcularını, teknik adamlarını ve taraftarlarını kutluyorum. Umarım üst turlarda bu başarıyı sürdürürler"

6 Ağustos 2014

Erguvan Komplosu: Ambleye Kalkan Otobüslere dikkat!

Fark ettiniz mi bilmiyorum, ancak son günlerde olağan dışı bir şekilde otobüs kazaları arttı. Şehirler arası yollarda duymaya alıştığımız otobüs kazaları, garip bir biçimde şehir içinde olmaya başladı. Bu sıklık ve kazaların oluş biçimi içimize bir kurt düşürdü. Hele ki içinde bulunduğumuz sancılı ve sisli dönem göz önüne alındığında, bu kazalarda bir bit yeniği olduğu ihtimali güçlendi.

Tamam, ülkemizde trafik kazaları sık karşılaşılan bir durum. Ancak bu şekilde birden bire halk otobüsü, belediye otobüsü kazalarının çoğalması sizce de garip değil mi. Niye dolmuş değil, taksi değil veya bir yıl öncesi değil!

Bu otobüsler ve bunları kullananlar son 6 ay içinde Radikal bir değişiklik yaşamadı ise, bu şekilde artan ve oluş şekli kontrol edilemeyen sonuçlar doğuruyor ise, üzerinde dikkatlice durulması gerekir.

En son İstanbul Kabataş'ta yaşanan kazanın görüntüleri garip değil mi! Öyle dar bir alan da o hız ve frenlerin tutmaması garip değil mi? Olayın Kabataş’ta olması tesadüf mü? Bence bir gariplik var! Son model otobüsün böyle kontrolsüz ve çılgınca bir biçimde kaza yapması, sadece kaza diye açıklanamaz. Yorgunluk deniliyor, şoför en azından yoldan çıkınca fren yapacak pozisyonu yakalamış olmalıdır. Böyle teknolojik bir otobüsün kendini kontrol eden ve hemen devreye giren güvenlik tertibatı da vardır muhakkak.
Bu konuda kafamızda komplo teorileri dolaşırken, az önce okuduğumuz bir haber ile daha da güçlenen düşüncelere daldık. Kaza yapan otobüsün şoförü, "Milyonda olabilecek bir şey gerçekleşti" diyor.

Ben daha gaza basmadan araç hareket etti!

Şoför Eyüp Er şunları söylemiş; "Kazaya karışan otobüs 2013 modeldi. İlk iş günümden 3-4 gün önce başka bir hattan getirildiğini öğrendim. Aracın periyodik bakımlarının yapıldığını biliyorum. Zaten garanti süresi bile dolmamış olması gerekir. Ancak bu tür elektronik donanımlı otobüslerde milyonda bir bile olsa beyin sistemi beklenmedik şekilde devreye geçebiliyor. Araç beyin dediğimiz elektronik aksamdaki arızadan dolayı sürücünün inisiyatifi dışında hareket etmeye başlıyor. Başıma gelen daha önce de başka arkadaşlarımızın başına geldi. Arkadaşlar arasında buna ‘araç ambeleye kalktı’ deriz."

Duraktan kalkmaya hazırlanırken, ben daha gaza basmadan araç hareket etmeye başladı. 10 metre önümdeki trafik ışıklarında karşıdan karşıya geçen onlarca insan vardı. Frenler taş kesmişti. Tüm gücümle frenlere bastım ama araç durmuyordu. İnsanları ezmemek için boşluk bulduğum yere direksiyonu kırdım. Aklımdaki tek düşünce kimseye zarar vermeden, direksiyon hâkimiyetini yitirmeden bir yere çarparak durabilmekti. Bunlar anlık, saniyeler içinde gelişen hadiseler. Şayet tek elimle, el freni, imdat kolu veya vites tuşlarına basmaya kalksam direksiyon hâkimiyetini kaybedip trafik ışıklarındaki 10-15 kişiyi ezmek zorunda kalacaktım. Direksiyonu kırmamış olsam çok büyük bir felaket yaşanırdı. BUDO iskelesindeki boşluğu görünce araya daldım. Şayet Adalar iskelesinin önünde insanlar olsaydı aracı denize uçururdum. Direksiyonu kırdığım boşlukta insanlar bulunmuyordu. Frenlere bütün gücümle asıldım ancak frenler taş kesti. Araç durmuyordu. Karşıma çıkan kapı ve taksiye çarpmak zorunda kalınca, insanlar yaralandı ve taksinin altında kalan kardeşlerim oldu.”

5 Ağustos 2014

Sezen Aksu Bizim Ruhumuzdur

Sezen Aksu 1970'lerden günümüze bizimle olan minik serçemizdir. Onla beraber büyüyüp, onla beraber yaşlanmışız. İlk aşkımızı, son gözyaşımızı onun şarkıları eşliğinde yaşamışız. O bizim adımıza dile getirmiştir duygularımızı. İçimizi onun sözleri ile kâğıda dökmüş, dillere melodi yapmışız.

Geçmişin hangi sayfasını karıştırsak mutlaka bir ses çıkar onun hüzünlü sandığından. O hayatımızın her anında eşlik eden bir iç ses gibi bizi zaman yolculuğumuzda yalnız bırakmamıştır. Kah yazarak, kah söyleyerek bir şekilde yer bulmuş yılların uçup giden yapraklarında.

"Git" demiş, "Gel" demiş,"Sen ağlama" demiş, "Gülümse" demiş, "Gölge etme" demiş, hatalarımızdan, günahlarımızdan, arzularımızdan, çaresizliklerimizden, sevdalarımızdan bahsetmişmiş. Hiç durmadan, yorulmadan bizi biz yapan duygularımıza kalem olmuş, kağıt olmuş, nota olmuş.

O kimine arkadaş, kimine yoldaş, kimine sevgili, kimine öğretici, kimine yıldız olmuş. Gün gelmiş radyolardan, gün gelmiş uzun plaklardan, gün gelmiş kasetlerden, gün gelmiş Televizyonlardan bizlere ses vermiş. Onun sesi bizim ruhumuzun sosu olmuş. Ona tat katan ve hatıralara anlam katan. Mutlaka bir anımızda bu tatlar hatıralara gelir ve çağrışım yapar ona ait olanlar ile.

"Hadi bakalım kolay gelsin" deyince ANAP'lı Mesut Yılmaz'lı seçim zamanları gelir aklımıza; "Gülümse" ile gençliğe adım attığımız yazın sıcaklığı vurur yüzümüze; "Seni kimler aldı" ile ilk ayrılığımızın izi çıkar ortaya ruhumuzda saklı kalan. Ve milyonlarız da milyonlarca hatıra saklıdır, onun bir parçası ile.

O tek değildir bu yolculuğunda. O deyince Aşkın Nur Yengi, Sertap Erener, Levent Yüksel, Tarkan, Nazan Öncel, Özdemir Erdoğan ve daha niceleri hücum eder hatıralara.

En nihayetinde O bir Minik Serçe'dir bizim toplumsal hafızamızda. Minik Serçe'ler de dayanıksız olurlar, korumasız olurlar vahşi dünyada. Kabul edelim ki bizim dünyamız vahşidir. Ne kadar da duygularımıza, vicdanlarımıza vurgu yapalım, onlara el bebek gül bebek bakalım doğası gereği evcilleşmeyen ve yırtıcı özellikleri olan bir dünyada yaşamaktayız.

2 Ağustos 2014

Cumhurbaşkanlığı Seçim Sonuçlarını Merak eden var mı?

Ülkemiz tarihi bir ana daha tanıklık ediyor. Halk tarafından ilk kez bir Cumhurbaşkanı seçiyor. Şu günlerde adaylar yoğun bir şekilde propaganda çalışmalarını yürütüyorlar. Şunun şurasında bir hafta sonra tarihi bir seçim tamamlanmış olacak. Her şeyi ile ilk olan bu seçim sürecinde ne gariptir ki kim seçilecek ya da seçim sonuçları ne olacak sorusu en az merak edileni oldu. Seçimin galibi baştan belli olduğundan, en fazla merak edileni, seçimin kayıp edenleri kim olacak idi. O merakta adayların belli olması ile kısmen giderildi.

Aslına bakılırsa aday bazında alınan oy oranlarına göre yapılacak olan kazanan/kayıp eden değerlendirilmesi çok yüzeysel kalacaktır. Sonuç olarak her kime sorulsa ki bu ülkede Cumhurbaşkanı olmayı kim hak ediyor, ya da şu an Cumhurbaşkanlığı makamını en iyi şekilde kim temsil eder, her halde çoğunluğun vereceği ilk isimlerin başında Erdoğan gelir. Bize kalırsa bu seçimlerin ileri ki zamanlarda daha da iyi anlaşılacağı çok önemli kazanımları, adayların alacağı oy oranlarından daha dikkat çekici olacak.

En önemlisi demokrasimiz adına, ülkenin siyasi yapısı adına köklü ve radikal sonuçları olacak. Cumhurbaşkanını seçme kültürü ile birlikte siyaset arenasında dolaylı yoldan da olsa bir başkanlık düzeni kurulmuş olacaktır.  Kitleleri daha homojen ve kabul edilir bir biçimde bir araya getirip, ortak noktaları birleştirici unsur olarak öne çıkaracaktır. Halka yakın olma, halkın nabzını tutma önem kazanacak, belli odakların yönlendirdiği bir siyasi yapı kayıp olmaya başlayacaktır.

Bu kısa tespitler sonrasında adaylar bazında seçim tahminlerimizi ve kısa bir seçilme süreçlerini şu şekilde değerlendirmek isteriz;

Recep Tayyip Erdoğan: Adayları içinde ne avantajlı ve en hazır olanı. 20 yıldan fazladır siyasetin en önemli aktörlerinden olan Erdoğan kanıtlanmış bir liderlik başarısı ve sürekli artan kesintisiz bir kazanma ivmesi ile bu yarışta açık ara en önde. Siyasette kazanımları hep zor süreçler ve çatışmalar neticesinde seçimler yolu ile teyit edilerek elde edilmiş. Siyasetin belirleyici ve yönlendirici aktörü. Ulaştığı güç seviyesi aynı zamanda bir dezavantaj. Yukarı çıktıkça yalnızlaşmakta ve saldırıların doğrudan hedefi olmakta. En önemli gücü halka ulaşabilme ve onlara mesajlarını en etkili biçimde verebilmesi. Bize göre sahip olduğu avantajlara rağmen seçimlere en ciddi biçimde hazırlanan ve propaganda sürecini en yoğun, en profesyonel  ve en etkin kullanan aday da kendisi. Seçimlerde kazanıp kazanamayacağı değil de yüzde kaç oranı ile bunu başaracağı konuşuluyor. Geçmiş seçim süreçlerine ve şu bir ay ki çalışmalarına bakarak bir tahminde bulunursak fazla yanılabileceğimizi düşünmüyoruz. (Eğer ki inanılmaz/beklenmedik bir şeyler olmazsa). Sayın Erdoğan geçmiş yirmi yılda girdiği seçimleri sürekli olarak oy oranını artırarak kazanan bir lider. Bu seçimler ile birlikte siyasette ulaşabileceği en üst makama alabileceği en üst düzeyde bir oy oranı ile ulaşacaktır. Bu seçimler onun siyaset hayatındaki üst limitini belirleyecektir. Bize göre de bu oran muhakkak ki %58 ve üstü bir noktada gerçekleşecektir. Üst limiti de %60 civarı olabilir.