Cevapsız
soruların egemenliğinde yaşıyoruz. Her şeyin bir şeye tutsak kılındığı,
sorulmadan yanıtların hazır olduğu bir dünyadayız. Önyargılı engellerin, ön kabullü çözümlerin
yapıldığı bir hayat. Sorgulama, araştırma, nedenlerin, niyelerin olmadığı bir
yaşam ile kuşatılmışız.
Yazıda
kullandığımız bu resimden yola çıkarak bu satırları kaleme aldık. Bir tanıtımda
kullanılan bu resim hayallerimizin düğünü, kişisi, tatili ve daha nicelerine
götüreceğini ilan ediyor. Bizler bu hayalin peşine katılıp, olmayacak bir sona
doğru çıkmaza gidiyoruz. Çölde tuz yalayan susuz birinin göreceği serapları,
içimiz yanarak görüyoruz.
Bize
bu tuzu yalatan tanıtımlar, ön kabuller ve çevremizi sarmalayan sosyal dünya.
Susuzluğumuz hiç bir zaman karşılanamayacak tatminsizliklerimiz.
Kocaman hayal kırıklıklarına mahkum ediliyoruz
Hayatlarımız
olmayacak kurgulanmış hayaller uğruna heba olup gidiyor. Hiç bir şey
hayallerimizdeki gibi gerçekleşmediğinden mutsuzluk sarmallarında kıvranıyoruz.
İş hayatımız, aşk hayatımız bu girdapta dönüp duruyor.
Evliliklerimiz
bu tuzak üzerine kurulu olduğundan 3 gün 5 gün içinde gerçek ile karşılaşınca,
parlak ışıklar, yanılgılar sönünce krizler ile, çırpınışlar ile bitiyor. Gerçek
karşısında gözleri kamaşan, eli ayağına dolaşanlar birbirlerini tırmalayarak
sağa sola kaçışıyorlar. Her şey bir anda yalan oluyor. Kimse dönüpte bu muydu
aşk, bu muydu sevda. Hani deli dolu aşıklar, nerede bir biri için yaratıldığına
inananlar diyemiyor.
İş hayatında şık giyimli, kibar konuşan, mis kokulu ofisler yerini, gerçeğin kokuşmuş, çirkef, dedikodulu dünyasına bırakıyor. Elinde kahve fincanı ile her şeyin hallolduğu nezih ortamları, ruhların boğulduğu eli kanlı vahşilerin olduğu dayanılmaz mekânları oluyor.
Hele
o rüya tatillerimiz yok mu? Tamamı ile felakete dönüşmüyor mu? Sıcak, nem,
gürültü, kavgalar, baş ağrısı ile bol kazıklı mekânlarda tatil yaptığımızı
sanıp, bir hafta bilemeden 15 gün içinde tıpış tıpış geri dönüyoruz. Ne bir yaz
aşkı, ne bir unutulmaz anı bizimle geri geliyor. Yorgun bir beden, yıpranmış
bir ruh, gerilmiş sinirler ile limitleri tüketilmiş kredi kartları ile çıkmaz
sokaklara giriyoruz.
Tüketiyoruz.
Sorgulamadan. Birbirimizi, ömrümüzü, değerlerimizi. Reklamlar ile filmler ile
yanılgılar ile kurulu yalan dünyalarda kendi gerçeklerimizden kopup,
boşluklarda yitip gidiyoruz. Ne kendimize ne birbirimize faydamız olmuyor. Tek
yaptığımız bu çarkın dönmesi için su taşımak, güç taşımak oluyor.
O
nedenle yüzünü bile görmediğimiz birilerinin, neresi olduğunu bilmediğimiz
yerlere çağrılarına gözü kapalı koşmamalıyız. Gerçek dünyada, gerçek yaşamlar
peşinde olmalıyız. Mutluluk bilinmez yolculuklarda değil, bilinmez hayal
dünyalarında değildir. Mutluluk içimizdedir. Bizimledir. Tek yapacağımız iç
dünyamıza dönmek ve onu gün yüzüne çıkarmak olacaktır. İç dünyamızdan kopuk
olduğumuzdan, onun boşluğudur bizi böyle tatminsiz bir yaşama iten.
Her
şeyi görüntüden, slogandan, kapaktan, başlıktan, sonuçtan ibaret sanıyoruz.
Arkasından, içinde, derininde, dibinde, öncesinde ne olduğunu bilmiyoruz.
Reklamlarda bile bu gerçekler yüzümüze vurulduğu halde uyanamıyor, gerçeğe
gözlerimizi açamıyoruz. Toyota’nın bozulan otomobili için yardım isteyen çekici
kadının bir canavar olması ya da Sprite’ın “İmaj hiç bir şeydir, susuzluğunu
gider” demesi ironik gerçeğe çağrılar değil midir?
Görüp,
dokunabildiğimiz, tahammüllü, saygılı, cevaplarının önceden belli olmadığı
sorular sorulabildiği, ön kabullerin ve ön yargıların esir almadığı bir dünya
da hissedebiliriz rüzgarı, sıcağı, soğuğu. Varabiliriz acının, tatlının,
ekşinin, acının tadına. Kurtarabiliriz kendimizi kurgulanmış mutsuzlukların
girdabından. Ve sahipleniriz her şeyi ile hayatlarımızı çevremizde ki gerçek
kişiler ile sonuna kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder