8 Ağustos 2014

Beni Nereye Götürüyorsun!

Cevapsız soruların egemenliğinde yaşıyoruz. Her şeyin bir şeye tutsak kılındığı, sorulmadan yanıtların hazır olduğu bir dünyadayız.  Önyargılı engellerin, ön kabullü çözümlerin yapıldığı bir hayat. Sorgulama, araştırma, nedenlerin, niyelerin olmadığı bir yaşam ile kuşatılmışız.

Yazıda kullandığımız bu resimden yola çıkarak bu satırları kaleme aldık. Bir tanıtımda kullanılan bu resim hayallerimizin düğünü, kişisi, tatili ve daha nicelerine götüreceğini ilan ediyor. Bizler bu hayalin peşine katılıp, olmayacak bir sona doğru çıkmaza gidiyoruz. Çölde tuz yalayan susuz birinin göreceği serapları, içimiz yanarak görüyoruz.

Bize bu tuzu yalatan tanıtımlar, ön kabuller ve çevremizi sarmalayan sosyal dünya. Susuzluğumuz hiç bir zaman karşılanamayacak tatminsizliklerimiz.

Kocaman hayal kırıklıklarına mahkum ediliyoruz

Hayatlarımız olmayacak kurgulanmış hayaller uğruna heba olup gidiyor. Hiç bir şey hayallerimizdeki gibi gerçekleşmediğinden mutsuzluk sarmallarında kıvranıyoruz. İş hayatımız, aşk hayatımız bu girdapta dönüp duruyor.

Evliliklerimiz bu tuzak üzerine kurulu olduğundan 3 gün 5 gün içinde gerçek ile karşılaşınca, parlak ışıklar, yanılgılar sönünce krizler ile, çırpınışlar ile bitiyor. Gerçek karşısında gözleri kamaşan, eli ayağına dolaşanlar birbirlerini tırmalayarak sağa sola kaçışıyorlar. Her şey bir anda yalan oluyor. Kimse dönüpte bu muydu aşk, bu muydu sevda. Hani deli dolu aşıklar, nerede bir biri için yaratıldığına inananlar diyemiyor.

İş hayatında şık giyimli, kibar konuşan, mis kokulu ofisler yerini, gerçeğin kokuşmuş, çirkef, dedikodulu dünyasına bırakıyor. Elinde kahve fincanı ile her şeyin hallolduğu nezih ortamları, ruhların boğulduğu eli kanlı vahşilerin olduğu dayanılmaz mekânları oluyor.


Hele o rüya tatillerimiz yok mu? Tamamı ile felakete dönüşmüyor mu? Sıcak, nem, gürültü, kavgalar, baş ağrısı ile bol kazıklı mekânlarda tatil yaptığımızı sanıp, bir hafta bilemeden 15 gün içinde tıpış tıpış geri dönüyoruz. Ne bir yaz aşkı, ne bir unutulmaz anı bizimle geri geliyor. Yorgun bir beden, yıpranmış bir ruh, gerilmiş sinirler ile limitleri tüketilmiş kredi kartları ile çıkmaz sokaklara giriyoruz.

Tüketiyoruz. Sorgulamadan. Birbirimizi, ömrümüzü, değerlerimizi. Reklamlar ile filmler ile yanılgılar ile kurulu yalan dünyalarda kendi gerçeklerimizden kopup, boşluklarda yitip gidiyoruz. Ne kendimize ne birbirimize faydamız olmuyor. Tek yaptığımız bu çarkın dönmesi için su taşımak, güç taşımak oluyor.

O nedenle yüzünü bile görmediğimiz birilerinin, neresi olduğunu bilmediğimiz yerlere çağrılarına gözü kapalı koşmamalıyız. Gerçek dünyada, gerçek yaşamlar peşinde olmalıyız. Mutluluk bilinmez yolculuklarda değil, bilinmez hayal dünyalarında değildir. Mutluluk içimizdedir. Bizimledir. Tek yapacağımız iç dünyamıza dönmek ve onu gün yüzüne çıkarmak olacaktır. İç dünyamızdan kopuk olduğumuzdan, onun boşluğudur bizi böyle tatminsiz bir yaşama iten.

Her şeyi görüntüden, slogandan, kapaktan, başlıktan, sonuçtan ibaret sanıyoruz. Arkasından, içinde, derininde, dibinde, öncesinde ne olduğunu bilmiyoruz. Reklamlarda bile bu gerçekler yüzümüze vurulduğu halde uyanamıyor, gerçeğe gözlerimizi açamıyoruz. Toyota’nın bozulan otomobili için yardım isteyen çekici kadının bir canavar olması ya da Sprite’ın “İmaj hiç bir şeydir, susuzluğunu gider” demesi ironik gerçeğe çağrılar değil midir?

Görüp, dokunabildiğimiz, tahammüllü, saygılı, cevaplarının önceden belli olmadığı sorular sorulabildiği, ön kabullerin ve ön yargıların esir almadığı bir dünya da hissedebiliriz rüzgarı, sıcağı, soğuğu. Varabiliriz acının, tatlının, ekşinin, acının tadına. Kurtarabiliriz kendimizi kurgulanmış mutsuzlukların girdabından. Ve sahipleniriz her şeyi ile hayatlarımızı çevremizde ki gerçek kişiler ile sonuna kadar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder