4 Aralık 2015

Gül Yetiştiren Adam Yunus Emre'ye Dair bir Söyleşi, Rasim Özdenören ile

2015 Yılında T.C. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü alan; “İçinde yaşadığımız yüzyılın bir Türkiye Yüzyılı olacağına kani olmak istiyorum.” sözleriyle de geleceğe olan ümidini belirten Rasim Özdenören ile Yunus Emre’nin şahsiyeti ve Enstitümüz üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Türk dilinin kurucu mimarından olan Yunus Emre kimdir? Sizin Yunus Emre’nizden
kısaca bahseder misiniz?

Yunus Emre senin de ifade ettiğin gibi, Türkçenin kurucu dehalarından birisi. Yunus Emre bu dili, Türkçeyi öylesine doğal bir tarzda ifade etmiş ki söylediği her mısra bizde bir karşılık buluyor. Her bir mısrası ayrı bir hikmet yumağı olarak karşımıza çıkıyor. Bu mısraların tamamı interaktif olarak birbirleriyle bağlantılı... İnsan şaşırmadan edemiyor. Bunca hikmetli cümle arkası arkasına nasıl sadır oluyor? Bunları Yunus Emre söylememiş, bu sözler ona söyletilmiş.

Sizin Yunus Emre’niz?

Benim Yunus Emre’m bu sözlerin sahibi olan kişi... Yaşadığı günden bugüne doğru baktığımızda şiirleri, sözleri ve onun kendine has mesajının layıkıyla anlaşılabildiğini
Söyleyebilir miyiz? Şimdi, Yunus Emre gibi hikmet sahibi kişilerin sözleri, her dönemde yeniden yorumlanmaya, o dönemin paradigmasına göre yeniden algılanmaya müsait mesajlar taşır. Dolayısıyla bizim Yunus Emre’miz bütün zamanları kapsayan bir Yunus Emre’dir. Gelecekte de daha farklı anlayışlara yol verecektir. Her dönem kendi Yunus’unu üretir. Bizim Yunus Emre’miz ilerde kıyamet gününde son noktayı koyacağımız ana kadar kendini yeniden söyleyen bir
Yunus Emre’dir.

Örnek olması açısından sormak istiyorum. “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü” mısrası, kendine has manasını, ilerleyen yıllarda kendini daha rahat yorumlayacak yeni insanlarla ifşa edecek diyebilir miyiz?

Şimdi bir pozitivist, ampirist Yunus Emre’nin bu mısralarını nasıl anlar? Ona göre bir adamın erik dalına çıkıp üzüm yemesi, aşağıdan birinin kendisine üzüm uzatmasıyla mümkün olabilir. Ya da erik dalına çıkarken cebine üzüm koyarak çıkmış ve erik dalında da onu yemektedir. Bir pozitivist bunu böyle yorumlar.

Ama Allah’ın bir şeye “Ol” dediğinde o şeyin olacağına iman eden biri için, erik dalında üzüm yemek şaşırtıcı değildir; imkânlar dünyasında var bulunan almaşıklardan biridir... Allah öyle murat etmişse, erik dalına çıkıp üzüm yemek mümkün olduğu gibi, üzüm dalında erik de yenebilir. Bu, Allah’ın “Ol” demesiyle olur. Tabii bu şathiyenin tasavvufi ıstılahta çeşitli manaları vardır. Erik nedir, üzüm nedir, erik dalına oturmak nedir? Mesela “bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu” ifadesinde, “Bostan ıssı” yani bostanın sahibi... Yunus Emre’nin oturduğu erik dalını, üzüm asmasını içinde barındıran bostanın, o bağın sahibi...”Kakıyıp” (bağırıp) “...der ne yersin kozumu”. Yani o “Koz” hem ceviz manasına gelir hem de oradaki meyveler manasına gelir. “Orada oturup benim nimetlerimi ne yiyip duruyorsun” diye ona çıkışabilir demek de mümkün... Tasavvufta bu tarz açıklamalar vardır. Cevizin kabuğunun bir manası var, iç kabuğunun bir manası var... Burada Yunus Emre’nin diğer şiirlerinin bu şiirine nazaran daha basit olduğunu düşünmek hata olur. Hepsi iç içe manalar barındırıyor ve şimdi söylediğim gibi her dönemin paradigmasına göre Yunus Emre’nin şiirleri, yeni yorumlara açık duruyor. Yunus Emre için “O yaşayan bir Türkçe ve yaşamış bir Türkiye idi” diyebilir miyiz? Yunus Emre için yaşayan bir Türkçe diyebiliriz ama yaşayan Türkiye’yi bugünkü sınırları kast ediyorsak benim kanaatime göre alanı daraltmış oluruz. Türkiye’yi bütün dünya coğrafyası ile özdeş tutuyor isek o zaman bu söze ben de katılırım.

Türkiye’de yapılan çalışmaları bir kenarda tutarsak, dünyada Yunus Emre hakkında yapılan başarılı çalışmalar var mı? Var ise bu çalışmaları Yunus Emre’nin anlaşılması açısından yeterli buluyor musunuz?

Var olup olmadığını bilmiyorum. Ama ne kadar var olsa da, kaide olarak yeterli bulmam söz konusu değil. Çünkü Yunus Emre gibi bir şahsiyetin yazdıkları yakından incelendiği takdirde, anlam katmanları kendini bize açar ve bunun nihayetini bulmamız söz konusu olmaz.

Siz, yazılarınızda, öykülerinizde oluşturduğunuz karakterlerde, Yunus Emre ve ona benzer diğer büyük şahsiyetlerin kişilik, mizaç ve özelliklerinden yararlanıyor musunuz?

Bunu kategorik olarak anlamamak lazım. Yani Yunus Emre’yi okuyup, ondan aldığım ilhamla oluşturduğum bilgiyi kendi metinlerime yansıtıyorum diye bir şey yok. Bunu bir kültürel tevarüs olarak görmek lazım. Bu anlamda doğrudan doğruya hiçbir irtibatımız olmasa bile, diyelim ki bir Fuzuli ile Baki ile ve bütün bir geçmiş edebiyatımız ile onların tümünün birden hâsıl ettiği kültür dünyasının bizim üzerimizde bir yansıması bulunmaktadır. Biz bu dünyaya hudayinabit atılmış değiliz. Biz bir neslin süreci olarak buradayız ve bir neslin süreci olarak burada konuşabiliyoruz. Bu konu-şan kimse, bilincinde olsun veya olmasın, bütün bir mazinin kültür zenginliğini tevarüs ederek buradadır. Eğer böyle bir mirasa sahip çıkmıyor ise onun bu kültüre intisabını kabul etmemek lazım.

19. yüzyılın yaşamış en büyük şairlerinden olan, “Kötülük Çiçekleri” isimli şiir kitabının yazarı Baudelaire ile “Sordum Sarı Çiçeğe” isimli şiirin yazarı olan Yunus Emre’yi bu isimlerini andığım şiirleriyle karşılaştırmanızı istesek bize neler söylemek istersiniz?

İkisinin de çiçeklere yaptığı atıf açısından birbirleriyle bir ilişkisi varmış gibi görünebilir. Ama ikisinin arasında radikal farklılıklar var. Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri” o günün kötülüklerine atıfta bulunur. Baudelaire burada sokak yosmalarına atıfta bulunur aslında. Kendi çağının tüm kötülüklerine...

Paris bir kenttir ve Baudelaire’in şahsında ilk defa Batı şehri, sınai inkılap süreci içerisinde kenti terennüm eden bir şiirdir. Kenti terennüm ermesi ne demek? Kentin kendisi Baudelaire’in yaşadığı 19. yüzyılda da kötülüğün sembolü, alameti olarak görünüyor.

Frengili bir Paris var o dönemde. Onun bu şiir kitabı (Kötülük Çiçekleri), o dönemi fiilen yaşayan kötülük çiçeklerini anlatıyor. O çiçekler, kelimeyi söylemekten kaçınmayalım, kimlerdi bu çiçekler: fahişeler ve onlara aracılık yapan adamlar...

Bunu terennüm ettiği için uzun bir süre Fransa’da bile kabul edilmekte zorlanmıştır. Baudelaire ve onun şiirleri sakıncalı görüldüğü için okul kitaplarına alınmamıştır. Baudelaire’in terennüm ettiği dönemi, o Paris’i biz bu gün çok iyi anlıyoruz.

Oysa Yunus’un bahsettiği çiçek bir kır çiçeğidir. Onunla bir muhasebesi var: “Sordum sarı çiçeğe/Annen baban var mıdır/Çiçek eydür derviş baba/Annem babam topraktır.”

Bu şiir soyut bir fikri terennüm ediyor. Burada bireycilik yok. Baudelaire’de birey var. Hâlbuki Yunus Emre’nin yaşadığı dönemde İslam âlemini bir kenara bırakalım, Batı âleminde de henüz bireycilik yok. Henüz hümanizma fikri ortaya çıkmış değil.

Hümanizma fikrinin ortaya çıkabilmesi için, insanların Kiliseye karşı bir tavır alması gerekiyordu. Arkasından, hümanizmanın devamı olarak Reform’un, Rönesans’ın gelmesi gerekiyordu. Rönesans’ın olmadığı bir yerde bireycilik, bireyselleşme, millî sınır... bunların ipuçları da yok. Bunun ipuçları da reformla ortaya çıkıyor. Bütün bunların hâsılası olarak hem bireysellik hem de bireycilik ve bencillik fikri ortaya çıkıyor Batıda.

Hâlbuki Yunus’un terennüm ettiği dünyada tekleşme var. Beylikler var. Her beylik o dönemde kendisini beylik olarak öne sürüyor. Yunus Emre’nin gayreti nedir? Bunları bir çatı altında buluşturmak... Fakat o çatıyı milliyetçilik bağlamında kabul etmemek lazım. “Ümmet” çatısı altında... Ümmetçilikle, milliyetçilik arasında bağlantı yok. Birbirinden müstakil dünyaların kavramları bunlar.

Nasıl ki insan hakları kavramı ile kul hakkı kavramlarının da birbirleriyle bağlantısı yok ise... Yunus Emre’nin kaygısı kul hakkını savunmaktı, insan haklarını değil! Baudelaire’in değil... Baudelaire’in dilinde insan haklarını savunmak vardır. Bireycilik vardır. Bireyin savunduğu şey insan haklarıdır.

Kul hakkı ile insan hakları arasında şu radikal farklılık var: İnsan hakkı, “Benim sende hakkım var. O hakkımın bana teslim edilmesini istiyorum.” Kimden istiyor bunu? Komşusundan istiyor, devletten istiyor, Kiliseden istiyor.

Hâlbuki kul hakkı bunun tam zıddı kâmili olan bir söyleme sahip. Madem beraber yaşıyoruz, beraber yaşamamızdan dolayı senin benim üzerimde olan hakkını bana helal etmeni talep ve rica ediyorum. Bu talep helalleşmeye matuf, diğeri ise benim hakkımı ver talebi var. İkisi arasında radikal bir fark var. Bu farklılık Yunus ile Baudelaire’in arasındaki temel uzlaşmazlığı ortaya koyuyor.

2009 yılında kurulan ve şu an dünyanın 30’u aşkın ülkesinde 50’ye yakın merkezle Türk dilini, kültür ve sanatını tanıtan Yunus Emre Enstitüsü hakkındaki düşünceleriniz neler?

Yunus Emre Enstitüsü 2000’li yıllar Türk siyasasının Türk kültürüne bir armağanı olarak doğdu. Gönül isterdi ki daha önce faaliyete geçsin. Bugüne kadar Yunus Emre Enstitüsü 50’ye yakın temsilcilik açtı. 2023’e kadar bu sayı inşallah 100’e çıkacak.

Bu demektir ki her yıl aşağı yukarı 6-7 ülkede Yunus Emre Enstitüleri açılacak ve o ülkelere de mütevazı çerçevede de Türk dili, kültürü, sanatı ulaşacak.

Ben şuna kaniyim: Söylenmiş bir söz var ise, bu söz bir hikmet taşıyor ise, bu sözü her kim söylemiş olursa olsun, her ne zaman söylenmiş olursa olsun, bu söz asla ve kat’a fezada kaybolmuyor. Günü geldiğinde o söz, yeryüzünde yaşayan birinin zihnine aynı Platon’un idealar âlemindeki fikirler gibi gelip konuyor ve o kişi de o fikri terennüm etmeye başlıyor.

Şimdi biz Türkiye için, içinde bulunduğumuz yüzyılda yeni bir dönemin açılmakta olduğunu müşahede ediyoruz. İnşallah hadiseler ümit ettiğimiz doğrultuda cereyan ederse, içinde yaşadığımız yüzyılın bir Türkiye Yüzyılı olacağına kani olmak istiyorum.

Burada da Enstitünün katkısı olacağı kanaatini taşıyorum. Hedefleri büyük tutmakta fayda var. Büyük hedefler aynı zamanda büyük kafanın, büyük coğrafyanın ürünüdür. Zihnimizin ulaştığı her ufuk bizim faaliyet alanımızın hedefi olmalıdır.

Türk edebiyat ve düşünce dünyasına katkılarınız herkesçe malum. Buradan hareketle Yunus Emre Enstitüsünün Türk edebiyatı ve düşünce dünyasına ait mesajları tüm dünyaya taşımakta başarılı olduğu kanısında mısınız?

Yunus Emre Enstitüsü kültürümüzü tanıtma bağlamında kendi misyonunu yerine getiriyor. Türk kültürünü Yunus Emre bağlamında ele alırsak onun layıkıyla yansıtılabileceği kanaatinde değilim. Çünkü Yunus Emre yürüyen bir ayetler külliyatı, bir hadis külliyatı olarak karşımızda duruyor... Dolayısıyla biz onu ne kadar açımlarsak açımlayalım ucunu bucağını bulmamız mümkün değil.

Son olarak, Yunus Emre Enstitüsünün ilerleyen yıllarda gerçekleştireceği faaliyetler ile alakalı ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?

Yunus Emre Enstitüsünün faaliyetlerinden birisi de bir bakıma gönüllü diplomatik faaliyette bulunmasıdır. Ben kendi payıma bunu böyle görüyorum. Dış işleri Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı bu diplomatik faaliyetlerin siyaset çerçevesini yürütüyor ise, siyasetin tek başına yeterli olamayacağını, bu siyasetin dayandığı bir temelin olması gerektiğini düşünüyorum. İşte, Yunus Emre Enstitüsünün gayeleri istikametinde gerçekleştirilecek olan hedef o siyasete temel olacaktır. O da kültürel temeldir. Ama son tahlilde Yunus Emre Enstitüsünün gerçekleştirdiği faaliyetleri diplomasiden soyutlayarak algılayamayız. Öyle anladığımız takdirde Yunus Emre Enstitüsünün misyonunu daraltmış oluruz. Biz nasıl temel görevimizin kendi dilimizi, kültürümüzü, sanatımızı dışarıya anlatmak olduğunu düşünüyorsak, aynı şekilde karşı tarafın söylediklerine de açık olmalı ve onları anlamaya çalışmalıyız.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim hocam.


Ben teşekkür ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder