2015 Yılında T.C.
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü alan; “İçinde yaşadığımız
yüzyılın bir Türkiye Yüzyılı olacağına kani olmak istiyorum.” sözleriyle de
geleceğe olan ümidini belirten Rasim Özdenören ile Yunus Emre’nin şahsiyeti ve
Enstitümüz üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Türk dilinin kurucu mimarından
olan Yunus Emre kimdir? Sizin Yunus Emre’nizden
kısaca bahseder misiniz?
Yunus Emre senin de ifade ettiğin
gibi, Türkçenin kurucu dehalarından birisi. Yunus Emre bu dili, Türkçeyi
öylesine doğal bir tarzda ifade etmiş ki söylediği her mısra bizde bir karşılık
buluyor. Her bir mısrası ayrı bir hikmet yumağı olarak karşımıza çıkıyor. Bu
mısraların tamamı interaktif olarak birbirleriyle bağlantılı... İnsan
şaşırmadan edemiyor. Bunca hikmetli cümle arkası arkasına nasıl sadır oluyor?
Bunları Yunus Emre söylememiş, bu sözler ona söyletilmiş.
Sizin Yunus Emre’niz?
Benim Yunus Emre’m bu sözlerin
sahibi olan kişi... Yaşadığı günden bugüne doğru baktığımızda şiirleri, sözleri
ve onun kendine has mesajının layıkıyla anlaşılabildiğini
Söyleyebilir miyiz? Şimdi, Yunus
Emre gibi hikmet sahibi kişilerin sözleri, her dönemde yeniden yorumlanmaya, o
dönemin paradigmasına göre yeniden algılanmaya müsait mesajlar taşır.
Dolayısıyla bizim Yunus Emre’miz bütün zamanları kapsayan bir Yunus Emre’dir.
Gelecekte de daha farklı anlayışlara yol verecektir. Her dönem kendi Yunus’unu
üretir. Bizim Yunus Emre’miz ilerde kıyamet gününde son noktayı koyacağımız ana
kadar kendini yeniden söyleyen bir
Yunus Emre’dir.
Örnek olması açısından sormak
istiyorum. “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü” mısrası, kendine has
manasını, ilerleyen yıllarda kendini daha rahat yorumlayacak yeni insanlarla
ifşa edecek diyebilir miyiz?
Şimdi bir pozitivist, ampirist
Yunus Emre’nin bu mısralarını nasıl anlar? Ona göre bir adamın erik dalına
çıkıp üzüm yemesi, aşağıdan birinin kendisine üzüm uzatmasıyla mümkün olabilir.
Ya da erik dalına çıkarken cebine üzüm koyarak çıkmış ve erik dalında da onu
yemektedir. Bir pozitivist bunu böyle yorumlar.
Ama Allah’ın bir şeye “Ol”
dediğinde o şeyin olacağına iman eden biri için, erik dalında üzüm yemek
şaşırtıcı değildir; imkânlar dünyasında var bulunan almaşıklardan biridir...
Allah öyle murat etmişse, erik dalına çıkıp üzüm yemek mümkün olduğu gibi, üzüm
dalında erik de yenebilir. Bu, Allah’ın “Ol” demesiyle olur. Tabii bu
şathiyenin tasavvufi ıstılahta çeşitli manaları vardır. Erik nedir, üzüm nedir,
erik dalına oturmak nedir? Mesela “bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu”
ifadesinde, “Bostan ıssı” yani bostanın sahibi... Yunus Emre’nin oturduğu erik
dalını, üzüm asmasını içinde barındıran bostanın, o bağın sahibi...”Kakıyıp”
(bağırıp) “...der ne yersin kozumu”. Yani o “Koz” hem ceviz manasına gelir hem
de oradaki meyveler manasına gelir. “Orada oturup benim nimetlerimi ne yiyip
duruyorsun” diye ona çıkışabilir demek de mümkün... Tasavvufta bu tarz açıklamalar
vardır. Cevizin kabuğunun bir manası var, iç kabuğunun bir manası var... Burada
Yunus Emre’nin diğer şiirlerinin bu şiirine nazaran daha basit olduğunu
düşünmek hata olur. Hepsi iç içe manalar barındırıyor ve şimdi söylediğim gibi
her dönemin paradigmasına göre Yunus Emre’nin şiirleri, yeni yorumlara açık
duruyor. Yunus Emre için “O yaşayan bir Türkçe ve yaşamış bir Türkiye idi”
diyebilir miyiz? Yunus Emre için yaşayan bir Türkçe diyebiliriz ama yaşayan
Türkiye’yi bugünkü sınırları kast ediyorsak benim kanaatime göre alanı
daraltmış oluruz. Türkiye’yi bütün dünya coğrafyası ile özdeş tutuyor isek o
zaman bu söze ben de katılırım.
Türkiye’de yapılan çalışmaları
bir kenarda tutarsak, dünyada Yunus Emre hakkında yapılan başarılı çalışmalar
var mı? Var ise bu çalışmaları Yunus Emre’nin anlaşılması açısından yeterli
buluyor musunuz?
Var olup olmadığını bilmiyorum.
Ama ne kadar var olsa da, kaide olarak yeterli bulmam söz konusu değil. Çünkü
Yunus Emre gibi bir şahsiyetin yazdıkları yakından incelendiği takdirde, anlam
katmanları kendini bize açar ve bunun nihayetini bulmamız söz konusu olmaz.
Siz, yazılarınızda, öykülerinizde
oluşturduğunuz karakterlerde, Yunus Emre ve ona benzer diğer büyük
şahsiyetlerin kişilik, mizaç ve özelliklerinden yararlanıyor musunuz?
Bunu kategorik olarak anlamamak
lazım. Yani Yunus Emre’yi okuyup, ondan aldığım ilhamla oluşturduğum bilgiyi
kendi metinlerime yansıtıyorum diye bir şey yok. Bunu bir kültürel tevarüs
olarak görmek lazım. Bu anlamda doğrudan doğruya hiçbir irtibatımız olmasa
bile, diyelim ki bir Fuzuli ile Baki ile ve bütün bir geçmiş edebiyatımız ile
onların tümünün birden hâsıl ettiği kültür dünyasının bizim üzerimizde bir
yansıması bulunmaktadır. Biz bu dünyaya hudayinabit atılmış değiliz. Biz bir
neslin süreci olarak buradayız ve bir neslin süreci olarak burada
konuşabiliyoruz. Bu konu-şan kimse, bilincinde olsun veya olmasın, bütün bir
mazinin kültür zenginliğini tevarüs ederek buradadır. Eğer böyle bir mirasa
sahip çıkmıyor ise onun bu kültüre intisabını kabul etmemek lazım.
19. yüzyılın yaşamış en büyük
şairlerinden olan, “Kötülük Çiçekleri” isimli şiir kitabının yazarı Baudelaire
ile “Sordum Sarı Çiçeğe” isimli şiirin yazarı olan Yunus Emre’yi bu isimlerini
andığım şiirleriyle karşılaştırmanızı istesek bize neler söylemek istersiniz?
İkisinin de çiçeklere yaptığı
atıf açısından birbirleriyle bir ilişkisi varmış gibi görünebilir. Ama ikisinin
arasında radikal farklılıklar var. Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri” o günün
kötülüklerine atıfta bulunur. Baudelaire burada sokak yosmalarına atıfta
bulunur aslında. Kendi çağının tüm kötülüklerine...
Paris bir kenttir ve
Baudelaire’in şahsında ilk defa Batı şehri, sınai inkılap süreci içerisinde
kenti terennüm eden bir şiirdir. Kenti terennüm ermesi ne demek? Kentin kendisi
Baudelaire’in yaşadığı 19. yüzyılda da kötülüğün sembolü, alameti olarak
görünüyor.
Frengili bir Paris var o dönemde.
Onun bu şiir kitabı (Kötülük Çiçekleri), o dönemi fiilen yaşayan kötülük
çiçeklerini anlatıyor. O çiçekler, kelimeyi söylemekten kaçınmayalım, kimlerdi
bu çiçekler: fahişeler ve onlara aracılık yapan adamlar...
Bunu terennüm ettiği için uzun
bir süre Fransa’da bile kabul edilmekte zorlanmıştır. Baudelaire ve onun
şiirleri sakıncalı görüldüğü için okul kitaplarına alınmamıştır. Baudelaire’in
terennüm ettiği dönemi, o Paris’i biz bu gün çok iyi anlıyoruz.
Oysa Yunus’un bahsettiği çiçek
bir kır çiçeğidir. Onunla bir muhasebesi var: “Sordum sarı çiçeğe/Annen baban
var mıdır/Çiçek eydür derviş baba/Annem babam topraktır.”
Bu şiir soyut bir fikri terennüm
ediyor. Burada bireycilik yok. Baudelaire’de birey var. Hâlbuki Yunus Emre’nin
yaşadığı dönemde İslam âlemini bir kenara bırakalım, Batı âleminde de henüz
bireycilik yok. Henüz hümanizma fikri ortaya çıkmış değil.
Hümanizma fikrinin ortaya
çıkabilmesi için, insanların Kiliseye karşı bir tavır alması gerekiyordu.
Arkasından, hümanizmanın devamı olarak Reform’un, Rönesans’ın gelmesi
gerekiyordu. Rönesans’ın olmadığı bir yerde bireycilik, bireyselleşme, millî
sınır... bunların ipuçları da yok. Bunun ipuçları da reformla ortaya çıkıyor.
Bütün bunların hâsılası olarak hem bireysellik hem de bireycilik ve bencillik
fikri ortaya çıkıyor Batıda.
Nasıl ki insan hakları kavramı
ile kul hakkı kavramlarının da birbirleriyle bağlantısı yok ise... Yunus Emre’nin
kaygısı kul hakkını savunmaktı, insan haklarını değil! Baudelaire’in değil...
Baudelaire’in dilinde insan haklarını savunmak vardır. Bireycilik vardır.
Bireyin savunduğu şey insan haklarıdır.
Kul hakkı ile insan hakları
arasında şu radikal farklılık var: İnsan hakkı, “Benim sende hakkım var. O
hakkımın bana teslim edilmesini istiyorum.” Kimden istiyor bunu? Komşusundan
istiyor, devletten istiyor, Kiliseden istiyor.
Hâlbuki kul hakkı bunun tam zıddı
kâmili olan bir söyleme sahip. Madem beraber yaşıyoruz, beraber yaşamamızdan
dolayı senin benim üzerimde olan hakkını bana helal etmeni talep ve rica
ediyorum. Bu talep helalleşmeye matuf, diğeri ise benim hakkımı ver talebi var.
İkisi arasında radikal bir fark var. Bu farklılık Yunus ile Baudelaire’in
arasındaki temel uzlaşmazlığı ortaya koyuyor.
2009 yılında kurulan ve şu an
dünyanın 30’u aşkın ülkesinde 50’ye yakın merkezle Türk dilini, kültür ve
sanatını tanıtan Yunus Emre Enstitüsü hakkındaki düşünceleriniz neler?
Yunus Emre Enstitüsü 2000’li
yıllar Türk siyasasının Türk kültürüne bir armağanı olarak doğdu. Gönül isterdi
ki daha önce faaliyete geçsin. Bugüne kadar Yunus Emre Enstitüsü 50’ye yakın
temsilcilik açtı. 2023’e kadar bu sayı inşallah 100’e çıkacak.
Bu demektir ki her yıl aşağı
yukarı 6-7 ülkede Yunus Emre Enstitüleri açılacak ve o ülkelere de mütevazı
çerçevede de Türk dili, kültürü, sanatı ulaşacak.
Ben şuna kaniyim: Söylenmiş bir
söz var ise, bu söz bir hikmet taşıyor ise, bu sözü her kim söylemiş olursa
olsun, her ne zaman söylenmiş olursa olsun, bu söz asla ve kat’a fezada
kaybolmuyor. Günü geldiğinde o söz, yeryüzünde yaşayan birinin zihnine aynı
Platon’un idealar âlemindeki fikirler gibi gelip konuyor ve o kişi de o fikri terennüm
etmeye başlıyor.
Şimdi biz Türkiye için, içinde
bulunduğumuz yüzyılda yeni bir dönemin açılmakta olduğunu müşahede ediyoruz.
İnşallah hadiseler ümit ettiğimiz doğrultuda cereyan ederse, içinde yaşadığımız
yüzyılın bir Türkiye Yüzyılı olacağına kani olmak istiyorum.
Burada da Enstitünün katkısı
olacağı kanaatini taşıyorum. Hedefleri büyük tutmakta fayda var. Büyük hedefler
aynı zamanda büyük kafanın, büyük coğrafyanın ürünüdür. Zihnimizin ulaştığı her
ufuk bizim faaliyet alanımızın hedefi olmalıdır.
Türk edebiyat ve düşünce
dünyasına katkılarınız herkesçe malum. Buradan hareketle Yunus Emre
Enstitüsünün Türk edebiyatı ve düşünce dünyasına ait mesajları tüm dünyaya
taşımakta başarılı olduğu kanısında mısınız?
Yunus Emre Enstitüsü kültürümüzü
tanıtma bağlamında kendi misyonunu yerine getiriyor. Türk kültürünü Yunus Emre
bağlamında ele alırsak onun layıkıyla yansıtılabileceği kanaatinde değilim.
Çünkü Yunus Emre yürüyen bir ayetler külliyatı, bir hadis külliyatı olarak
karşımızda duruyor... Dolayısıyla biz onu ne kadar açımlarsak açımlayalım ucunu
bucağını bulmamız mümkün değil.
Son olarak, Yunus Emre
Enstitüsünün ilerleyen yıllarda gerçekleştireceği faaliyetler ile alakalı ne
gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?
Yunus Emre Enstitüsünün faaliyetlerinden
birisi de bir bakıma gönüllü diplomatik faaliyette bulunmasıdır. Ben kendi
payıma bunu böyle görüyorum. Dış işleri Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı bu diplomatik faaliyetlerin siyaset çerçevesini yürütüyor ise, siyasetin tek
başına yeterli olamayacağını, bu siyasetin dayandığı bir temelin olması
gerektiğini düşünüyorum. İşte, Yunus Emre Enstitüsünün gayeleri istikametinde
gerçekleştirilecek olan hedef o siyasete temel olacaktır. O da kültürel
temeldir. Ama son tahlilde Yunus Emre Enstitüsünün gerçekleştirdiği
faaliyetleri diplomasiden soyutlayarak algılayamayız. Öyle anladığımız takdirde
Yunus Emre Enstitüsünün misyonunu daraltmış oluruz. Biz nasıl temel görevimizin
kendi dilimizi, kültürümüzü, sanatımızı dışarıya anlatmak olduğunu
düşünüyorsak, aynı şekilde karşı tarafın söylediklerine de açık olmalı ve
onları anlamaya çalışmalıyız.
Vakit ayırdığınız için teşekkür
ederim hocam.
Ben teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder