Aslolan bilmek değil, olmak’tır.
Aydınlanma aklı ve düşüncesi üzerine kurulan üniversite için, mesele
bilmektir. Aydınlanma’nın tohumlarını eken bilimsel devrimin kurucu
babalarından Francis Bacon’ın ünlü “bilgi güçtür” aforizması, modernlerin,
bilme çabasını, gücü ele geçirme kaygısına dönüştürmelerine yol açtı.
Aydınlanma’nın
Karartma’ya Dönüşmesi...
Çağdaş / modern üniversite, işte bu temel üzerine bina edildi. Buna da
hurafelerden kurtulma, aydınlanma çabası, denildi. Oysa yapılan şey, çağdaş /
seküler hurafeler icat etmekten ibaretti: Akıl kutsandı, bilim putlaştırıldı,
ilerleme putu bütün dünyayı esir aldı. Aydınlanma denen şey, gerçekte,
karartmayla sonuçlandı. İnsanın zihni, çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştürüldü.
Öyle ki, modern / aydınlanmacı üniversite, bütün bilimleri, fizik
bilimlerin ilkeleri üzerinden inşa etti. Sosyal bilimler, insan bilimleri,
teoloji, fizik bilimlerin sözümona nesnel (salt fizik / kabuk gerçekliğe
dayalı) ilkeleri üzerinden şekillendi.
Tabii bu durum, 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başında farkedildi: Çağdaş
üniversitenin köklü bir zihnî kriz yaşadığı, bu krizin nasıl aşılabileceği
sorunu Husserl, Nietzsche, Heidegger, Weber gibi düşünürlerce kıyasıya
tartışıldı.
Bu tartışmaların meyvelerini verebilmesi ancak ‘68 devrimi’yle birlikte
mümkün olabildi. ‘68 devrimi, Türkiye’de sığ Marksist çevrelerin zannettikleri
gibi salt siyasî (dolayısıyla modern) bir devrim değil, zihnî bir devrimdi, bir
zihniyet dönüşümünün habercisiydi: Modern dünyanın çöküşü, postmodern dünyanın
başlangıcı. ‘68 zihniyet devrimiyle oluşan postyapısalcı üniversitenin
imkânları ve zaafları ayrı bir yazının konusu.
“Akıl,
Tutkuların Kölesidir”
David Hume, tastamam Gazâlî’nin izinden giderek, “akıl, tutkuların
kölesidir” der.
Bizim seküler veya İslâmî entelijansiyamız, öylesine ürpertici bir zihnî
felçleşme yaşıyor ki, aklı, üstelik de sığ seküler / kartezyen aklı, her şeyi
bilmenin, anlamanın yegâne aracı katına yükseltmekte tereddüt bile etmiyor.
Oysa bu akla da zulümdür, insana da!
Bu nasıl bir zihinsizleşme, zihnî körleşme hâlidir, insanın aklı-havsalası
almıyor gerçekten!
Modern Batı düşüncesinin en büyük düşünürü Kant bile “dinin önünü açmak
için aklı sınırladım” diyor; bizimkiler, körkütük, sorgusuz-sualsiz âşık oldukları
(aslında platonik bir aşkla tutuldukları) modern dünyanın kurucusu Kant’ın
modernliğin bağrında barındırdığı, modern dünyayı kuran dinamiklerin modern
dünyayı yakacak dinamitlere dönüşeceği uyarısında bulunduğu bu sarsıcı
tespitinin ne kadar anlamlı olduğunu göremiyorlar bile.
Göremezler; çünkü görmelerini mümkün kılan bütün melekeleri, düşünme
yetilerini çoktan yitirmiş, Batı’nın maddî büyümesi ve gücü, bizim
entelijansiyamızı zihnen çoktan esir almış durumda.
Aklın
Kutsanması Ve Araçsal Aklın Hükümran Olması
Aklı kavramadan, aklın sınırlarının farkına varmadan hem akıldan hakkıyla
yararlanılabilmesi imkânsızlaşır hem de sığ seküler / modern akılla çıkılan
bütün yolculuklar, aklı da, ruhu da yok etmekle sonuçlanır. Hayat çölleşir,
insan ruhsuzlaşır.
Nietzsche’ye, “ahlâkımız, felsefemiz dekadans’ın / çözülme ve çürüme’nin
formlarına dönüştü” dedirten, sığ kartezyen akıl üzerinden kurulan modernliğe
isyan ettiren ve “tekmeyi vurdurtan” şey tam da budur işte.
Modern dünyanın bizzat kendisinin yaşadığı, bütün dünya üzerinde hem zihnen
hem de fiilen hâkimiyet kurduğu için de bütün insanlığa yaşattığı ontolojik bir
felâkettir bu.
Modernlik aklı kutsadı, amaç hâline getirdi.
Modernlerin buna ihtiyacı vardı. Aklın araç hâline getirilmesi, modernlerin,
dünya üzerinde hâkimiyet kurmalarını sağlayacak kapıları sonuna kadar açacaktı.
Descartes’ın “tabiatın efendileri ve hâkimleri olacağız” sözü gerçek olacaktı
ama bu insanlığa pahalıya patlayacaktı.
Öyle ki, insanı hayattan da, hakikatten de uzaklaştıracak bütün kapıları
sonuna kadar açacaktı...
Akıl, Batılılara, gücü ele geçirme güdüsü kazandırmıştı her şeyden önce.
Gücü ele geçirme güdüsü, Batılıları iki paradoksal çıkmaz sokağın eşiğine
fırlattı.
Birinci olarak, Batılılar, aklı kullanarak gücü, güç üreten aygıtları
geliştirdiler ve dünyayı ele geçirdiler.
Ama öte yandansa bu, gücün hakikatin önüne geçmesine, hakikatin üzerini
örtmesine, güç üreten araçların amaçları yok etmesine ve insanı araçların
kölesine dönüştürmesine yol açtı.
Akıl üzerinden yapılan bu yolculukta akıl, aklamacılık yaptı.
Batılıların gücü ele geçirme tutkularının kölesine dönüşmeleri, aklın işte
bu aklamacılık işlevi ile mümkün oldu.
Sonuçta, aklın kutsanması, insanı akıl dışı bir dünyanın eşiğine getirip
bıraktı: İnsan hem ruhsuz makinaların ve mekanizmaların çarklıları arasında
ezildi hem de aklın aşırılıklarının ürünü barbarca savaşların ortasında buldu
kendini. Neresinden bakarsanız bakın, tam bir çıkmaz sokaktı gelinen fırtınalı
nokta: Marx’ın “yaratıcı tahrip” (creative destruction) olarak tanımladığı
modernliğin insanlığı kaçınılmaz olarak sürüklediği ontolojik felâket.
Hazinenin
Üzerinde Oturuyoruz Ama Farkında Bile Değiliz!
Oysa Yüce Allah insana üç esaslı imkân lûtfetti: Akıl, kalp ve ruh.
İnsanın insanca bir dünya inşa edebilmesi, bu üç imkânı da aynı anda hayata
ve harekete geçirebilmesiyle mümkün. Bunlardan biri eksik olduğunda sonucun
felâket olması kaçınılmaz!
Batılılar, sadece aklı, üstelik de tarihteki en sığ akıl biçimini her şeyin
merkezine yerleştirdiler; kalbi devre dışı bıraktılar, ruhu ise anlayamadılar
bile.
Oysa insan akılla bilir, kalple bulur, ruhla olur.
Bu üç imkânı hayata ve harekete geçirebilen medeniyetler insanın da,
insanlığın da önünü açar, insanca, hakça, kardeşçe bir dünya kurar.
İnsanlık tarihinde bunu yalnızca bizim, Müslümanların başardığını
bilmiyoruz bile.
Yarın da bunu biz armağan edeceğiz insanlığa. Ama tek şartla: Biz kendimize
gelebilir, nasıl bir hazinenin üzerinde oturduğumuzu görebilirsek ve bu
hazineden yola çıkarak bütün dünyalara açılacak köklü bir medeniyet atılımının
temellerini atabilirsek elbette.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder